28 Haziran 2011 Salı

Özgünlüğün Politikası ve ana haber bülteni gibi düşünmek

Bu, yeni bir dilin, modern yaşamın deneyimlerinden ve gereksinimlerinden doğan bir dilin kitabı. Öyküsü, on sekizinci yüzyıl Paris’inde, modern bir toplum yapısının henüz yerleşmeye başladığı yer ve zamanda başlar. Sanayileşme henüz başlamamıştır ancak bu metropolün içinde dinamik bir ekonomi, akışkan, açık ve çoğulcu bir yaşam ortaya çıkmaktadır. Hem canlandırıcı hem de korkutucu olanaklarla dolu yepyeni bir dünya var olmak üzeredir. Bu paradoksal bir çağın başlangıcıdır; her zaman saklı kalan ya da bastırılan insan dürtüleri, enerjileri ve potansiyelleri ortaya çıkar, ancak insanın beceri ve yetilerinin gelişimine sistemli bir kendine yabancılaşma eşlik eder:

Elimizde tuttuğumuzu sandığımız nesne, izleyebileceğimizden çok daha büyük bir hızla elimizden uçtu; tam elimizde olduğunu sandığımız anda kendini dönüştürdü ve önümüze geçti. Artık içinde seyahat ettiğimiz ülkeyi tanıyamaz, hakkında bir şey düşünemez olduk. Önümüzde uzanan yol, giderek genişledi ve sonsuz biçimde uzadı. Bu yüzden, kendimizi, sona ulaşamadan yorduk; daha fazla zevk aldıkça, mutluluk da bizden o kadar fazla uzaklaştı. [Emile, Jean-Jacques Rousseau]
Mükemmel şekilde sosyalleşen insan, sosyal rolü tarafından tüm yaşamı yutulan 'yurttaş'a dönüşür. Benlik, kendini geliştireceği sonsuz bir olanak dünyası içinde kaybolur. Burada “herhangi bir konuda ne söyleyeceklerini tahmin etmek için insanın karakterini bilmeniz gerekmez, sadece onun çıkarlarını bilmelisiniz.

Marshall Berman Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor – Modernite Deneyimi'nde (İletişim Yayınları, 1994) Goethe'nin Faust'unun ve Komünist Manifesto'nun içinde yaptığı 'rehberlik'le bu eserlerde cisimleşen modern toplumun çelişki ve dinamiklerini eşsiz bir biçimde sergiledi. Sel Yayıncılık tarafından yayınlanan Özgünlüğün Politikası – Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı'nda ise bu sefer 'öncesi'ne; o kitapta hem kendisinin işlediği hem de ele aldığı eserlerdeki duyarlılık ve yaklaşımların köklerine taşıyor bizi. Yaşadıkları çağa özgü bir kavrayışla kişisel özgünlük sorunun ne kadar ciddi şekilde politik olduğunu ve modern çağda benlik, toplum ve devletin yazgılarının ne kadar sıkı bir şekilde birbirleriyle bağlantılı olduğunu sergileyen Montesquieu, Pascal ve Rousseau’nun fikir ve eserleri arasında yolculuğa çıkıyor:

Onlar insanlık tarihinin çok önemli bir anında, Fransız Devriminin ve Sanayi Devriminin arifesinde yaşadılar. Böyle bir anda, selden hemen önce, bilincin -öz bilincin ve sosyal bilincin- nehirleri birleşti. İkisi, belki de bir yüzyıl boyunca tek vücut gibi birlikte aktılar ve geliştiler. 1848 felaketinden sonra, bütünlükleri parçalandı ve tamamıyla ayrı yollara aktılar. Her şeye karşın, taşkınları bugün kültürümüzün hâlâ üzerinde bulunduğu zemini yarattı ve besledi.

Günümüzün yaşamıyla pek çok benzerlik taşıyan bu yolculukta Berman, Marx’ın “kendine-yabancılaşma” diye adlandırdığı durumun, Marx’tan bir asır önce, Aydınlanma’nın önemli yapıtlarının bir çoğunda nasıl açıkça tanımlandığını ve derinlemesine araştırıldığını gösteriyor. Yabancılaşma ve özgünlük arayışının aslında birbirleri içinden nasıl doğduğunu sergiliyor ve çıkış yolu arıyor. Bu yapıtlarda ortaya konan kavram, sorun ve yaklaşımların Varoluşçulardan Marksizme, modern psikolojinin gelişiminden 20. yüzyıl siyasetinin önemli dönemeç noktalarına kadar nasıl güncel kaldığını ve özgünlük idealinin burjuva, kapitalist “kişisel çıkar” düşüncesiyle nasıl kökten bir karşıtlık içerdiğini gözler önüne seriliyor:

Özgünlüğün politikası” diye adlandırdığım fikir, bireyselliğin yutulmadığı ve feda edilmediği, tersine bütünüyle geliştirildiği ve açıkça ifade edildiği ideal bir topluluk rüyasıdır. Bu rüya hem eski hem yenidir. “Yeni”dir çünkü öncelikle moderndir: Bu rüya ayırıcı bir biçimde modern olarak yaşadığımız ve günümüz Batı dünyasında neredeyse herkesin içinde yaşadığı, akıcı, oldukça hareketli ve kentsel bir toplumla dinamik ve geniş bir ekonominin varlığını gerektirir. Fakat aynı zamanda da eskidir: insanların modernleşmenin geri dönülmez bir tarihi güç olduğunu hissetmeye ve insana sunduğu imkanları sistematik olarak düşünmeye başladığı on sekizinci yüzyılın başından beri Batı kültüründe ana bir motif olmuştur. Bu ideal, kabaca 1789 ile 1848 yılları arasındaki Romantik Çağın en derin ve yaygın temalarından biridir. Blake ve Carlyle’ın, Chateaubriand ve Stendhal’ın, Shiller ve Novalis’in ve Hegel’in eserlerinin merkezinde yer almıştır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’ da bunu talep ederler: “Sınıfları ve sınıf çatışmalarıyla birlikte burjuva toplumunun yerini tek tek her bireyin özgür gelişmesinin tüm herkesin özgür gelişmesinin koşulu olduğu bir topluluk alacaktır.

Manifesto'nun dillendirdiği talep bugün çok daha yakıcıdır.

Birkaç ay önce engellilerin tecavüze uğramasına ilişkin Kocaeli Sosyal Hizmetler Kurulu'nun eğitimli bir kadın üyesi insanın kanını donduracak bir çözüm öneriyordu; “zihinsel engelli kızlarımızın kısırlaştırılması.” Bu öneri Rousseau'nun özgünlük ve özgürlük idealinin peşinde koşmaktan vazgeçtiği bir noktada, Emile adlı eserinde yaptığı ve belki de en dikkat çekici tespitlerinden biriyle, Sophie için çizdiği kaderle açıklanabilirdi ancak: Toplumun kadının benliğini yok edip yerine kamuoyu kanaatini, riyakar bir kamu vicdanını geçirmesi. Birlikte yaşadıklarının, yaşadığı ortamın ve gerekliliklerin baş döndürücü bir hızda ve bazen korkutucu bir biçimde değişmesine rağmen “birlikte yaşamak zorunda olduklarıyla uzlaşarak,” ve “gerekli olan şeyleri seve seve yaparak”.

Rousseau, sorunun kadınlarla sınırlı olmadığının farkındadır. Bugün özellikle de bizim ülkemizde benliğin yerini kamuoyu kanaatinin alması çok daha geniş ölçülerde, çok daha acı bir biçimde gerçekleşiyor. En önemli sorunlarımız bile ancak kamuoyu görüşünü özelleştirilmiş hali olan medyaya yansıdığı kadar, yansıdığı gibi tartışılabiliyor. Bu vicdan, insan, ceset ya da topluluk istediğini görüyor ya da görmüyor. Mutki örneği gibi. Topraktan fışkıran cesetlerin hangi mekanizmanın eseri olduğunu belki de herkes bilirken, o dönemde savcının kim komutanın kim olduğuna kilitleniyor, o isimler aracılığıyla “siyasi iktidar” ya da “ergenekon”u cesetlerle ilişkilendiriyor, aslında hali hazırda sürdürdüğümüz tartışmaya devam ediyoruz cesetlere aldırmadan. Riyalar ülkesinde hepimiz ana haber bülteni gibi düşünüyor, ana haber bülteni gibi konuşuyor ve ana haber bülteni gibi muhalefet ediyoruz.

Berman ise her bireyin bireysel duygularını, ihtiyaçlarını, fikirlerini, enerjisini ifade etmesini engelleyen rekabetçi ve agresif çıkmazlara sürükleyen demokratik kapitalizmi aşırı bireyselci oluşundan çok yeterinde bireyselci olmayışıyla eleştireren 68 hareketinin duyarlılıklarını yeniden hatırlatıyor bize:

“Marx’ın tarihsel kapsamlılığı ile filozofların psikolojik duyarlılık ve inceliklerini birleştirebilecek radikal bir sosyal teoriyi hep hayal etmişimdir ve etmeye de devam ediyorum. Kendi içimize baktığımızda, toplumumuzun bizi kendimizden, en derin duygularımızdan ve ihtiyaçlarımızdan ve mutluluk kaynaklarımızdan ne kadar uzaklaştırmış olduğunu görürüz. Radikal eleştirilerin dikkat çekmeleri gereken en önemli şeylerden biri sistemin baskılamaya çalıştığı güçlü duyguların tümüdür — özellikle her insanın kendine ait benzersiz ve küçültülemez benliği.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder