8 Temmuz 2011 Cuma

Devrimci Hayaller


Richard Stites, “Devrimci Hayaller”de Rus İmparatorluğu’nun son yıllarından Bolşevik Devrimi'ne evrilen toplumsal düş ve girişimleri yalnızca Marksizm ve onun Lenin tarafından yorumlanması ya da parti politikalarıyla ilişkilendiren genel kanıya itiraz ediyor. Marksizm'i devrimden ayırmıyor ancak devrim sürecindeki ütopyacılığın ve sosyal deneyin ruhsal ve toplumsal kökenlerinin Rus tarihindeki -halkın, entelijensiyanın ve devletin- ütopyacı geleneklerinin çarpışma ve birleşmelerinde olduğunu gösteriyor.


Kutlamalardan sembollere, bilim-kurgudan şehir planlamasına, gündelik yaşamdan edebiyat ve sanata alışılmadık alanlardan örnekleriyle, devrimcilerin hayallerini ve hayatlarını oluşturan olguların ayrıntılı bir dökümünü yaparak politik ve kültürel tarih arasındaki ayrımı ortadan kaldırmayı başaran “Devrimci Hayaller”de çok tanıdık bir şeyler göreceksiniz.


Yazarın ütopyacılık, sosyal hayal ve sosyal tasarım için söylediklerinin esinleyiciliğinin yanı sıra bazı bölümlerde döneme ilişkin çizdiği tablo -özellikle devlet, halk ve entelijansiyanın toplumsal durumlarının ve ütopyalarının resmi- kendi ülkemizin politik ve toplumsal tarihiyle okurun gözüne kolayca çarpacak benzerlikler içeriyor.


İşte Devrimci Hayaller’in giriş bölümünden parçalar:


Bu tarih çalışması, çok sayıda insanın geçmişten bir toplum hakkında, o toplum için neyin önemli olduğunu bilmek istediği gibi sezgisel bir inançtan destek almaktadır. Açıklayıcı malzemesi bol ama yapısı basittir. Temel savı Rus devrimci sürecinde yaşanan, kabaca 1917 ile 1930 arasında sürmüş olan ütopyacılık ve sosyal deneyin kaderiyle ilgilidir. Bu sav devrimdeki ütopyacılığın sadece Marksist olduğu ve bu Marksizmin (kişinin nasıl baktığına göre) Lenin, Stalin ya da ikisi tarafından bozulduğu veya gerçekleştirildiği görüşüne meydan okumaktadır. Marksizmi devrimden çıkartmadan –bunu yapmak olanaksızdır– yorumumu Rusya’nın 1917’den önceki, o sırada ve sonrasındaki sosyal, entelektüel ve kültürel tarihinin geniş sahasına dayandırıyorum. Bu geniş çerçeve beni Rus Devrimi’nin temel ruhsal, zihinsel ve ifade biçimlerini Rus tarihindeki önemli ütopya geleneklerinin; halkın, devletin ve radikal entelijansiyanın geleneklerinin çakışması ve çarpışmasından aldığı gibi kaçınılmaz bir sonuca götürdü.
Ütopyacılık, sosyal ve kültürel deneycilik, ve güçlü bir bilince sahip yenilikçilik –simgesel ve somut olarak– modern zamanların bütün büyük sosyal devrimlerinin ortasında belirir. Bunlar benzetme, bulaşma ve coşku yüzünden belirir. Devrilen putlarla devrilen kralların gösterisi, tahtlara, kitaplara, yaşam tarzlarına yerleşmiş olan o yenilmez otorite mitini siler. Kültürel içgüdüdeki simetri hevesi, bazı insanları her şeyi yeniden yapmaya sürükler, yeter ki dizginleyici sistem reddedilsin ve silinsin. Devrim yeni bir uzam açarak sonsuz manzaraları ortaya çıkarır; yeniden doğumu, temizlenmeyi, kurtuluşu davet eder. Devrim esinlenmedir, insan deneyiminde Yeni Düzeni, Yeni Dünyayı, Yeni Yaşamı ilan eden eskatolojik bir momenttir. Devrimci momentin retorik ve simgeciliğine yerleşen serbest kalma, özgürleşme ve iktidarı aşma motifleri yeniden şekillendirmeye ve tasarlamaya davetlerdir. Rus Devrimi bütün bu özelliklere sahipti ve kendi tarihinin iki çarpıcı yüzünün –geçmişini şekillendiren ütopyacı hayal kurma gelenekleri ve alternatif yaşam deneylerinin yer aldığı yüzle, devrim momentinin (1917) yirminci yüzyılın teknolojik devriminin yükselişiyle birleştiği yüzün– kaynaşmasıyla etkisi daha da derinleşmişti. Rusya’nın devrimi hem politika hem teknolojinin genel olarak iç içe geçmiş olduğu ilk devrimdi. Politik yön, onun uluslararası mesihçiliğine özel bir güç kattı; teknolojik yönü, onun vizyonlarına ve hayallerine engin bir Prometheusçu güç kattı, tarihteki bütün devrimlerden çok daha büyük bir fütürist fantezi dalgasını serbest bıraktı.
Bu kitap devrim hayalleri, düşlerdeki, program ve tasarımlardaki, davranıştaki ütopyacılıkla ilgili bir kitaptır. Devrimci imgelemin ve yaratıcı eylemin bir incelemesi olduğundan, 1917 Büyük Rus Devrimi’nin öncesinde ve sonrasındaki tarihin fırtınalı dönemini ele almaktadır. Bu kitapta, devrimci tarihçiliğin tanıdık topraklarına;  yüksek politika, iktidar arayışı, parti programları ve ideolojisi ve ekonomi politikalarına, seçkin uzmanların hakkında bolca yazdığı bir sürü mevzuya yeni bir bakış getirdim. Sanat ve yüksek kültür hakkında da söyleyeceklerim var. Fakat asıl vurgum “ütopyacı yönelim” denen şeyi ifade eden, canlandıran ya da simgeleyen duygular, sözler, düşünceler ve eylemler üzerinde. Rus Devrimi’nin özellikle ütopyacı bir fenomen olduğu görüşü, genel kabul gören, ama nadiren incelenen bir basmakalıp olmuştur. Yazarlar genellikle “ütopyacı” sözcüğünü gerçekçilikten uzak, zararlı ya da nahif anlamında kullanırlar. Bu inceleme Bolşevik hareketin “ütopyacılığının” teşhir edilmesi değildir, ama elbette gerektiği yerde kuram ve uygulamadaki Bolşevizm’de “ütopyacının” varlığı üzerine yorum da yapacağım. Amacım Rus Devrimi’nin çevresinde dönenen zengin, renkli ve derin ütopyacılık akıntılarının hikâyesini ortaya çıkarıp yoruma dayanan bir çerçeveyle bir daha anlatmak.
Çok az uzman Devrimde ütopyacılığın fanteziyi uyandırmak, eski düzeni sökmek, yeni bir dünya öne sürmek ya da Yeni İnsan inşa etmek için bir araç olarak bir rolünün bulunduğunu çözümledi. Yine de, bu bağlamda ütopyacılık Rus Devrimi’nin duygusal gücü açısından önemlidir, her başarılı devrimde olduğu gibi. Bu çalışmada, ben devrimin “poetikasını” ele alıyorum: Onun heveslerini, insanların yaşamıyla bağlantılı olan hedeflerini, biçimlerini, fikirlerini, dillerini, duygularını, buluşlarını, mizacını, eylemini, pathosunu, deneylerini, vizyonlarını ve umutlarını. Başka deyişle, bu kitap devrimci kültür üzerine –terimin artık tarihçilerce yaygın olarak kullanıldığı anlamıyla– yeni bir uygarlık inşasını, toplumsal gelenek ve alışkanlığın zengin dokusunu ve maddi yaşamla entelektüel etkinliğin hengâmesini yaratmak üzerine bir kitap. Ortaya çıkmakta olan devrimci kültürde yer alan (devrim içinde yenilen eğilimleriyle de birlikte) ütopyacı motife odaklanarak, bu çarpıcı fenomenin incelenmesine katkıda bulunmak ve genellikle bir düşmanın çözümlenmesi olarak ele alınmış olan bu konuyu insanileştirmeye yardımcı olmak istiyorum.
Rus Devrimi’nde ütopyacılık neden bu kadar öne çıkmıştı? Toplum ve kültür alanlarındaki o göz alıcı deney çoğalması, ışıl ışıl renk neydi? Bu sadece Marksizm’in kendisinin “ütopyacı” (yani gerçekleştirilmesi olanaksız) olmasından ve Rus Devrimi’nin de, yirminci yüzyılda sıkça yaşanan, o Marksist ekonomik yaşam ilkeleriyle sosyalist bir toplum yaratma çabalarından biri olmasından mı kaynaklanıyordu? Marksist programların ithal edildiği ve yukarıdan dayatıldığı komünist rejimlere –sözgelimi Doğu Avrupa’nın birçok yerine– yönelik en yüzeysel bakış bile, Marksizm’in (tanımında yer aldığı halde) kendi kendine Rusya’da –ve başka yerlerde– devrimler sırasında ortaya çıkan o coşkulu hayalciliği, aşırılığı ve içi içine sığmayan beklentileri yaratmadığını kolayca gösterecektir. Yanıt hem yerli ütopyacı geleneklerde hem de Rus Devrimi’nin şiddetli ve patlayıcı koşullarında yatar. Ütopyacı hayalcilik farklı birçok halk tarafından yaşanan psikolojik bir mekanizmaydı ve hayatta kalmayı ve başarıyı tartışmalı hale getiren bir jeopolitik ve maddi-fiziksel çağda –bir devlet, bir ulus, bir halk, bir kültür olarak– nasıl hayatta kalacaklarıyla ilgili düşüncelerden besleniyordu. Sosyal hayalcilik de sosyal tasarım da, insan mutluluğu için iki temel şeyi veremiyor gibi görünen, yani hem maddi refahı sağlamak üzere doğaya karşı zafer elde etmeyi, hem de sosyal adaleti sağlamak üzere sömürüye ve egoizme karşı zafer elde etmeyi başaramayan bir sistemin alternatifleriydi.
(...)
Eski Rusya’daki başlıca sosyal bakış açılarını devlet, halk ve entelijansiya diye nitelemek çoktandır bir gelenek haline gelmiştir. Bunların her biri fazlasıyla karmaşıktı ve zaman içinde değişiyordu.
İdari ütopyacı inancına sahip devlet adamları için, Rusya yönetilmesi ve savunulması zor, dış tehdit altında, çok büyük, çok yoksul, çok güçsüzdü. Rusya’da eğitimli yöneticilerin sayıca az olduğunu ve ülkenin kendi kendini yönetebilecek bir halktan yoksun olduğunu düşünmelerinden ve kendi eğitimlerinden bir hayatta kalma mekanizması çıktı ortaya. Kitlelere baskıcı köleliği dayatmak istemediler, düzen yaratmak ve adalet getirmek istediler. Büyük Petro’nun elit bir kesimi Batılılaştıran kültür devrimi yüzünden psikolojik açıdan sıradan halktan yalıtılmış ve kökleri derinlere uzanan bir malikâne ve miras sistemi içine kapanmış olduklarından, taşra halkını bir ordu modeliyle (eğitmek değil) yetiştirmek, örgütlemek, şekillendirmek, yaşamı düzene sokmak, yaşam mekânını simetrikleştirmek, toplumun bir kısmını askerileştirmek ve toplumu belirgin ve canlı dayanışma, refah, itaat ve düzen simgeleriyle kuşatmak gibi bir dürtü geliştirdiler.
Köylü ütopyacılığı devlet korkusundan, köylüleri dönem dönem gerçekdışı Rusya’dan daha “gerçek” bir Rusya’ya kaçarak, isyan ederek ya da mezheplere girerek bir düzen arayışına, kendi düzenlerinin arayışına sürükleyen bir değişim kaygısından besleniyordu. 1860’dan 1917’ye kadar geçen dönemdeki reform ve gelişmelerin yarattığı değişimler, geçmişte onları ortaya çıkaran zor koşulları yıprattı belki, ama idari ya da halk ütopyalarının ruhsal mekanizmalarını silmeye yeterli olmadı. Büyük 1917 Devrimi’nde bu uyuyan güçlerin tekrar püskürmesi, kuşaktan kuşağa geçmiş olan, bilinçlerde eski vizyonların yeniden şekillenmesine, örtük duyguların yüzeye çıkmasına, saklı enerjilerin serbest kalmasına yol açmış olan gizli zihniyetleri kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır. Bolşevik Devrimi’nden sonra, üzgün ve öfkeli bir ılımlı sosyalist, korku ve hoşnutsuzluğunu dile getirirken, bu devrimi (Arakçeyev’in temsil ettiği) çarcı askeri ütopyayla (Pugaçev’in temsil ettiği) şiddet yüklü köylü isyanının bir bileşimi olarak görüyordu. Belki de böylece 1917 olaylarıyla Rus tarihinin derin güçlerini ve vizyonlarını birbirine bağlayan ilk vakanüvis oluyordu.
Radikal sosyalist inanca sahip entelijansiya için, sosyal hayal kurmak bir görevdi, hatta kültür ve vicdan sahibi erkek ve kadınların üstlenebileceği tek görevdi. Hem tiksindikleri devletten hem de taptıkları narod’dan (köylüler, yoksullar, emekçi kitleler) yabancılaşmış hissediyorlardı kendilerini ve bütün Rus sisteminin –kendilerine göre– geri kalmış ve baskıcı olması karşısında pişmanlık ve utanç dolu acılar çekiyorlardı. Kısmen Batıdan ithal edilmiş karmaşık fikir ve entelektüel sistemler kuşanarak, ütopyalar oluşturdular ve sosyal adalet ve yaşanabilir bir ekonomik sistem çerçevesinde toplumu yeniden şekillendirmeye adanmışlığı ve kişisel isyanı öğrettiler. Sıra dışı bir tutku ve duygu yüküne sahip düşüncelerinin aşırılıkçı kılıfı, onları “ütopyalarına” uyan tek “ideolojiye” yani sosyalizme, yani otokrasiyi ve sınıf sömürüsünü alt eden, eşitlik ve adaleti öğreten ve kapitalizmi, geleceğin yanı başında fırsat kollayan o hain tehdidi reddeden yaşam tarzına yöneltti.
Bu inanç sistemlerinin her biri refah ve adalet arıyordu ama farklı yollarla. İdari ütopyalar için hakim metafor geçit töreniydi, iyilikçi düzenli otorite altında yürümek ve çalışmak; köylü ütopyaları için volya’ydı, köyün düzeni ya da dinsel kuralla birleştirilmiş dizginsiz özgürlük. Radikal entelijansiyanın vizyonlarında, davranış kalıplarında ve devleti devirmek üzere kurdukları örgütlerde düzen ve özgürlük iç içe girmişti. Yirminci yüzyılın başında ortaya çıkan şehir ve sanayi merkezli ütopyalar –özellikle de radikal tasarımları ve kesintisiz enerjileri olan Rus Marksistlerinin, Bolşeviklerin ütopyaları– entelijansiyanın ütopyasını kesin olarak kırdan şehre, köylülükten proletaryaya, pastoral idilin asgari, sağlıklı tüketiminden gelişmenin gürleyen dinamosuna, ulusal büyüklüğe ve güce yöneltti. Entelijansiyanın pembe uyum ve erdem imgeleri, özgürleşmenin yaklaşan şafağında bir denetim ve merkezi örgütlenme çerçevesi içine yerleştirildi.
(...)
Benim çalışmam bir devrimci yüksek kültür tarihi değil – nitelikli birçok uzman bu konuda yazdı. Fakat insanların devrimi nasıl yaşamaya, devrimci duygularını mit, ritüel, simge, kült ya da topluluklar aracılığıyla ifade etmeye çalıştığını geniş anlamıyla ele alarak, kültürün bazı temel öğelerini inceliyor; bu öğelerin bir kısmı erken dönem Sovyet mimarisi, heykeli, ritüel tasarımı, tiyatro, müzik, edebiyat ve grafik sanatlarının tarihiyle yer yer kesişiyor.
Devrim –hemen her aşamasına (tasarlanmış ve beklenmeyen) şiddetin ve hızlı değişimin eşlik ettiği devrim– eski otoriteleri ve eski yabancılaştırıcı kuvvetleri bir yaz fırtınası gibi beklenmedik bir şekilde yıktığı zaman, ütopyacılığın bütün yapısı keskin bir değişim geçirdi. Akıllar, duygular, coşkular, hareketler ve eylemler devrimci spekülasyon ve deney kazanında kaynamaya başladı. İktidar, otorite, şehir, merkezi yönetim, itaat, lüks ve servet, yabancı, bilim, teknoloji ve makine nefreti ve korkusu –ve buna karşılık bunların bazısının yüceltilmesi– hayalperest metafor ve fiziksel şiddet yalımıyla tutuştu. Devlet, halk ve entelijansiya arasındaki, sınıflar, bölgeler ve milletler arasındaki, kent ve kır arasındaki uyuklayan düşmanlık savaş, devrim, açlık ve çöküşten kaynaklanan korkunç dehşetler için bolca hayal ve çözüm üretti.
(…)
Sonuç beklenmedik bir canlılık sergileyen bir fikir ve duygu, proje ve deney piyasası oldu, sonraki on yılın sosyal ve kültürel ortamını hayranlık içinde bırakan bir piyasa. On dokuzuncu yüzyılın ütopyacılığı artık büyük bir girişim halini almıştı, devrim öncesi dönemin bazı temalarını sürdürüyor ama buna yeni perspektifler katıyor ve olup bitenlerin yeniden düzene sokulmaya çalışıldığı bir atmosferde en uç noktaya gidiyordu. Bu delice ortamdan çıkan ütopyalar, projeler ve romanlar bazen Marksist-komünist geleceğin genel hattına oturuyor, bazen buna ters düşüyor, bazen de onu aşıyordu.
(…)
Devrim zamanında, bir ütopya yaklaşan yaşam dramı için bir metin, yeni insan ilişkileri için bir senaryo ve uzam, zaman ve teknolojilerin kullanılması için bir rehberdir. Fakat devrimin ütopyalaştırıcı sürecini, eyleme giden bir rehber bulmak üzere aktörlerin bir metni ezberleyecekleri bir durum olarak hayal etmemek gerekir –tabii bu sıkça yapılmıştır– ama onu bazen yaşam ve sanat denen, birbirini taklit eden ve yeniden şekillendirenler arasındaki çok yoğun ve zengin bir etkileşim olarak hayal etmek gerekir. Ütopyacı dünyanın yazarları, yönetmenleri, oyuncuları ve seyircileri vizyon ve fantezinin esinlendirdiği, gündelik ihtiyaçlar ve özlemlerin peşinde sürüklenen bütün bir devrimci performansın parçasıydı – hep birlikte devrimci yeniden yapılanmanın tamamen apayrı bir çağını yaratıyorlardı. Bu kitap bir devrim laboratuvarının, gelecekteki yaşamın bir tiyatrosunun ve Moshe Lewin’in “yapılmakta olan toplum” olarak adlandırdığının bir hikâyesidir.
(…)
On dokuzuncu yüzyıl Rusya’sının radikal topluluğu hep gelecekle ilgili sorular soruyordu: Devrimden sonra yeni toplumun nasıl bir yapısı olacak? Bugünkü kültür korunacak mı, yok mu edilecek? Dinsel duygunun rolü ne olacak? Eski ahlakın yerine nasıl bir ahlak geçecek? İnsanlar ne kadar eşit olacak? İnsanlar nasıl uyum ve verimlilik içinde yaşayıp çalışacak? Fakat büyük ölçüde devrim öncesi ve devrim sonrası dönemleri inceleyenler arasındaki yapay uzmanlık duvarları nedeniyle, üç kuşak boyunca geliştirilen ve tartışılan bu eski sorunlar, standart Sovyet tarihi çalışmalarında pek ele alınmamıştır.
(...)
İnsan özgürleşmesi hayali ve toplumu ve insanlığı devrimin ateşi içinde yeniden yapma pathosu üzerine bir kitap yazdım, çünkü bence bu hem ebedi olan hem de dönemimize uygun düşen bir düşünce, duygu ve eylem süreci. Ütopyacı vizyon –yükselen bir özgeciliğe eşlik eden yüksek güven ve serbestçe akan sosyal fantezi – on dokuzuncu yüzyıl Rus entelektüel ve kültürel tarihinin yirminci yüzyıla miras bıraktığı en iyi şeydi, bazı eleştirmenlerin dediği gibi bir felaket de değildi. Devrimci ütopyacılık bu geleneği en geniş anlamıyla özetledi ve 1920’lerin sosyal laboratuvarına aldı. Bu gelenek acı dolu Stalin yılları boyunca, kamplarda bile, Stalin’in bazı kurbanlarının kalplerinde bile bir idealizm kalıntısı olarak yaşadı. En önemlisi, onun öğeleri bugün, Sovyetler Birliği’nde sıra dışı bir değişimin yaşandığı dönemde bile hayatta.
(…)
Ütopyayı Rus fantezisinin açık mavi göklerinden alıp yaşayan deneyciliğe getirenler, devrimci süreci zenginleştirdiler. İcat ettiler,  tasarladılar, denediler, hata yaptılar, yenilik getirdiler ve yeniliklerini devrimin asıl ruhu olması gerektiğine inandıkları bir ruhla yaşadılar. Kuramı fiziksel bir ortamda canlı kılmaya çalıştılar. Devrim yıllarındaki deneysel çabaların uygulamaya dönük ihtiyaçlarla kaynaşması, sıklığı ve yoğunluğu açısından çarpıcıdır. Uygulayanlar bu deneyleri “olanaksız hayal”, Rus entelijansiyasının ünlü Don Kişotluğunun bir parçası saymadılar, olanaksız gerçekliğin tek panzehri saydılar. Harcadıkları çabayla başlarına gelenler arasındaki ironi, o zamandan bu yana yorumcuların alaycı gülümsemelerine ve hoş görmeyen omuz silkmelerine yol açıyor. Fakat onların cesur, çarpıcı ve aynı zamanda inatçı gerçekliği görüşleri ve insan için en iyi olanı ortaya koyma kararlıkları yüzünden asıl hak ettikleri şey candan bir gülüş, yakınlık dolu gözyaşları ve bolca alkıştır. Yirminci yüzyılın en parlak ve etkileyici ütopya yorumcusu olan Alman filozof Ernst Bloch, bütün bu eğilimi, çağımızın deliliğiyle çığırından çıkmış bir dünyada hayatta ve aklı başında kalabilmek için insanın ihtiyaç duyduğu “umut ilkesi” olarak adlandırmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder