9 Mart 2012 Cuma

Modernite Cehennemi

"Filmi de var" ya da "kitabı da var" yaklaşımının dışında da kitaplarla film ya da diziler birlikte iyi gidebilir. Birlikte iyi gidecek bir kitap ve bir dizi önerelim: Modernite Nasıl Unutturur ve Hell On Wheels.

Paul Connerton kitabında modern yaşamın bir hastalığı olarak bellek yitimini, modern kapitalizmin neyi, neden ve nasıl unutturduğunu ilgi çekici örneklerle inceliyor. Hell on Wheels ise unutulmuş, daha doğrusu başka türlü ezberlenmiş bir tarih kesitini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Kuzey-Güney savaşının köleliği ortadan kaldırdığını ve demokrasi getirdiği masalını bir köşeye bırakıp, ülkenin dört baştan nasıl "demir ağlarla örüldüğünü" anlatıyor. 

"Hegel, gazetenin modern bir ritüel olarak işlev göreceğini öngörürken, Benjamin’e göre gazeteler, belleği güçlendirmek bir yana bellek kaybına neden olurlar." Connerton’ın Modernite Nasıl Unutturur adlı kitabında belleğimiz üzerindeki etkilerini incelediği şeylerden birisi anıtlar gibi semboller, bir diğeri ise yazılı ve görsel medya. Hell on Wheels dizisinin (ve ABD tarihinin) cevval burjuvası Thomas Durant’ın gazeteleri ve sembolleri kullanmak konusundaki tutumu ise şöyle:




Lafı kısa kesip, kitaptan birkaç parça ve diziden birkaç sahne daha paylaşalım:

Anıtlar ile unutkanlık arasındaki ilişki karşılıklıdır: unutma tehlikesi anıtların inşa edilmesine, anıtlar ise unutkanlığa yol açar. Hatırlanmak istenen şeyi bir anıt biçimine sokmak hatırlama yükümlülüğünden kurtulmak içinse; bunun sebebi, anıtların yalnızca bazı şeylerin hatırlanmasına izin verirken, bir çeşit ayrımcılıkla diğerlerinin de unutulmasına neden olmasıdır. Anıtlar, geçmişi hatırlamamızı sağladığı kadar onu saklar da. Bu durum savaş anıtlarında açıkça görülebilir. Savaş anıtları insanların nasıl yaşadığını gizler: askerlerin açıkça gösterildiği anıtlardaki asker tasvirleri, özellikle şiddet ve saldırganlık eylemlerini reddetmek için tasarlanır. Savaş anıtları insanların nasıl öldüğünü gizler: kan, havada uçuşan vücut parçaları, aylarca gömülmeden kalan cesetler… Bunların hiçbiri anıtlara dâhil edilmez. Savaş anıtları savaş kazalarını gizler: geçmişte yapılanları yapılması zorunlu şeylermiş gibi göstererek avunma ihtiyacı insanları mantıksız olan çoğu şeyi bir mantığa oturtmaya sevk eder. Savaş anıtları ayrıca insanların nasıl hayatta kalabildiklerini de gizler. Oysa Birinci Dünya Savaşı insanların nasıl hayatta kalabildiklerini gözler önüne sermişti: Uluslararası Çalışma Örgütü 1923 yılında; Almanya, Avusturya, Britanya ve Fransa sokaklarının, bu ülkelerin ordularında görev yapmış on milyon kadar askerle dolacağını tahmin etmişti. İhtiyaç duydukları malzeme yardımını güç bela alabilen milyonlarca aile savaşta yaralananların bakımını üstlendi. Bu durum ödüllendirilmediği gibi, bir de görmezlikten gelindi. Savaşta ölenler her yıl anıldı; sakatlar ise mümkün olduğunca unutulmaya çalışıldı. Savaş gazileri ile savaş dulları sürekli unutulurdu, çünkü bu insanlar yanlış türden bir belleği yaşatıyorlardı. Ne var ki, kabul edilemez şeyleri, kendimize kabul edilebilir bir biçimde açıklamak söz konusu olduğunda sonuna kadar hilekârızdır. 1920’ler ile 1930’larda Almanya ile Orta Avrupa’da zinde, genç, sağlıklı ve atletik bedenlerin disipline edilmiş gösterilerinden meydana gelen devasa jimnastik performansları çok revaçtaydı. Bu performanslar aynı zamanda savaştan sakat dönmüş on milyon askerin Avrupa sokaklarını istila ettiği, uzuvlarını kaybetmiş bu adamların çoğunun kronik depresyona maruz kalıp alkolizme boyun eğdiği, hayatta kalabilmek için kimi zaman sokaklarda dilenip çoğu zaman da günlerini intiharla sonlandırdığı gerçeğinin kelimenin tam anlamıyla herkes tarafından yadsınması anlamına geliyordu. Bu insanların içinde bulundukları durumu düşünmek bir yana, onları fark etmek bile fazlasıyla rahatsız ediciydi. Sokaktakilerin ise her gün kendi koşullarıyla yüzleşmekten başka seçenekleri yoktu. Diğerleri içinse bu insanları görmek nahoş değil; sindirilemez bir gerçekti. Her yıl savaş anıtlarının çevresinde marş makamında söylenen büyülü sözler – "asla unutmayacağız" – sokaklardaki insanlar için geçerli değildi.






Modern dünya devasa bir emek sürecinin ürünüdür; buna rağmen modernitenin unutturduğu ilk şey o emek sürecinin kendisi olur. İmal edilmiş nesnelerle her gün karşı karşıya geliriz, fakat hiçbirinde insan yaratıcılığına dayandıklarına işaret eden dikiş ya da kesim izleri olmadığından, bu nesnelerin kökenlerine karşı oldukça ilgisiz kalırız. Her gün tabak, araba, gazete, sokak lambası, şehir parkı gibi imal edilmiş nesnelerden oluşan alanlarda dolaşırken, bu nesnelerin insan yapımı olduğunun her an bilincinde değilizdir.


Marx, meta değişimini nesnelerin şeyleştirilmiş bir şekilde algılanmasına yol açan oldukça etkili bir kültürel unutkanlık biçimi olarak görür. Çoğunlukla şeyleşme ya da metaların fetişleştirilmesi olarak teşhis edilen süreci, bir unutma süreci olarak yeniden tanımlamak hiç de mantıksız değildir. Aslına bakılırsa, Adorno meseleyi kısa ama öz bir biçimde açıklıyor: "Şeyleşme sürecinin tamamı bir unutma sürecidir.





Dizinin birlikte iyi gideceği bir başka kitap Paris, Modernitenin Başkenti. Her ikisi de modern dünyanın inşasına ilişkin unutulması ya da başka türlü hatırlanması tercih edilen ‘yaratıcı yıkım’ öyküleri anlatıyor. Demiryolu inşası ile birlikte taşınan seyyar şehir Hell on Wheels’da da Haussmann’ın inşaat halindeki Paris’inde de polis zorbalığından fuhuşa, iş yaşamandan eğlence dünyasına, kira rantından sınıf farkına modern şehir hayatının her unsuru şekere bulanmamış halleriyle mevcut. ABD’nin ya da Paris’in kaderi, Hell on Wheels’ın kaderinden farklı değil: "Büyüyüp dünyaya başkent olsan bile hiçbir zaman yurttaşların olmayacak senin."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder